Çilingirler Geri Dönmeli
Son yıllarda hep aynı tartışmanın ortasında buluyorum kendimi. Ne zaman futbolu seven kalabalık bir ortama düşsem, konu devamlı eski futbolculara geliyor ve muhakkak ortamdan birisi “Şimdi eski futbolcular gibisi yok” diyor.
Eski futbolculardan kasıt yaratıcı 10 numaralar ve bitirici santrforlar. Ronaldo, Ronaldinho, Zidane, Baggio, Maradona ve diğerleri… Evet haklılar, televizyonda onların benzerlerini göremiyoruz.
İnsanların kendi çocukluk dönemlerinin yıldızlarını unutamaması normaldir ama tartışmaya yeni nesil de aynı yerden eşlik ediyor. Ellerinin altında Youtube var, bu sayede eski futbolcuları biliyorlar ve onlara özeniyorlar. Fakat hayır; eski maçları oturup 90 dakika izlemiyorlar. Onlara yedi-sekiz dakikalık skill videoları veya üç dakikalık bir maç özeti yeterli oluyor. Haliyle Brezilyalı Ronaldo’nun en iyi anlarından hazırlanmış bir kayıt, onlara oyuncunun tüm futbolculuk dönemi ve tüm maçları öyleymiş gibi hissettiriyor.
Tabi ki Ronaldo’yu ve diğerlerini küçümsemiyorum ama sadece hatırlıyorum. Ronaldo’nun sakatlıktan başını kaldıramadığı yılları biliyorum. Şimdilerde üç hafta tribünde kalanın geri dönmekte zorlandığını da… Ronaldinho 2002-2007 yılları arasında hayatımızdaydı(zirvede). Messi’nin üçte biri neredeyse… Fakat onun için yeterliydi. Şimdikiler için ‘saman alevi’ denilecek bir süre…
Onların da kötü, etkisiz, çalımlarının işlemediği, şutlarının gol olmadığı maçlar vardı. Şimdikilerin de var. Bu karşılaştırma, çoğu zaman haksızlık barındırıyor. Tam bir hakikat sonrası…
Ama yine de eskileri, bugünkülerin önüne koymak, ayrı bir yere yerleştirmek için bir neden de var. Geçmişin yıldızlarının doğaçlamaları, meziyetleri, özgürlükleri, çalıma girme ve uzaktan vurma hakları daha fazlaydı. Ve yalan yok, bizlere çok fazla olağanüstü an izlettirdiler. Bu tartıda üçte biri olan ise şimdikiler..
Günümüzün futbolcuları, o esrarengiz anlardan uzak duruyorlar. Peki bu onların yeteneksiz olduğunun kanıtı mı? Sanıyor musunuz ki şu an sahada gördüğümüz binlerce futbolcudan hiçbiri topa hükmedemez? Tamam belki bir Zidane olmak mümkün değil ama mesela Kevin De Bruyne bire bir oynadığında rakip oyuncuya bacak arası atamaz mı, rulet yapamaz mı? Belçikalı orta saha oyuncusunu City’e taşıyan özellikler arasında bunlar yok mu, yoksa bunu yapmaya yeltenmemesi mi onu City’e taşıyor?
DEĞİŞEN FUTBOL
Ronaldo, Rivaldo, Baggio, Del Piero, Zidane, Henry, Pires, ceza sahası dışından şut çeken sol bek Roberto Carlos, yakından tanıdıklarımız John Moshoeu ve Hagi, ceza sahası içi golcüleri Bebeto, Solskjaer, Zamarano, Salas, Inzaghi, Vieri, çalımcı kanat oyuncusu Mustapha Hadji, topla dans eden Okocha, kilometrelerce top sürebilen Brian Laudrup ve daha fazlası…
Bu isimlerin hepsi 1998 Dünya Kupası’nda sahadaydı. O yıllarda neredeyse her futbolcunun farklı bir tarzı vardı. Spiker ismini söylemeden bile onu tanıyabilirdiniz. Topa dokunuşundan, koşuşundan (hatta koşamayışından), sahada kamp kurduğu bölgeden… Hepsi saha içinde özgürdü ve kendisiydi.
O günlere dair nostaljik bir ilgiden bahsetmeyeceğim. Fakat bir gerçek var. O zamanlar öyleydi, sonrasında ise futbol değişmeye başladı. Çok uzun bir süreç, çok uzun bir konu... 2004’te hem Şampiyonlar Ligi kazanan Porto hem de Avrupa şampiyonu olan Yunanistan; taktiksel sadakatin önemini gösterdi. Futbol da onun üzerine şekillendi. Ve tabi Barcelona stili model oldu. Diğer yandan çok fazla futbolcu yetişmeye başladı. Rekabet yükseldi. Sahadakinden bahsetmiyorum, profesyonel hayattan bahsediyorum.
1998 Dünya Kupası’na geri dönelim. O gün sahada yukarıda saydığımız oyuncuların takım arkadaşları; pas vermeyi düşünmeyen stoperler, top yapamayan ön liberolardı. Tabi ki Brezilya, Fransa gibi takımlar o bölgede daha fazlasına sahipti ama standart belliydi. Hagi, Okocha, Salas, Laudrup daha kısıtlı takım arkadaşlarına sahipti. Yük onların omuzlarındaydı, onlar az bulunan oyunculardı ve saha içinde nazları çekilirdi.
Fakat şimdilerde oyuncular değişti. Artık sayısız oyuncu arasından sıyrılmak isteyen bir stoperseniz, ekstra özelliğiniz olması gerekiyor. Mesela oyun kurmak gibi. Ya da oyun kurucuysanız, o zaman oyunu kurmanız yeterli. 30 metreden şut çekmeye veya arka arkaya çalım atmaya göz yumamayız. Eğer bunları deneyecekseniz kulübeye! Sizden biraz daha az yetenekli ama takıma daha uyumlu biri muhakkak vardır.
Basit bir denklem kuralım. Top sizin takımınızda. Kaleden başlayacaksanız. Rakip kaleye gitmek için 110 birimlik bir yeteneğe sahip olmanız gerek. Dönem de 90’ların başı. Ne yaparsınız? Büyük ihtimalle 70 birimlik kaliteye sahip Stoichkov’a veya Enzo Schifo’ya topu ulaştırmalısınız. Zira diğer oyuncularınız sizi rakip ceza sahasına götürecek yeteneğe pek sahip değiller. Onların başka görevleri var. Yetenek bareminin büyük kısmına sahip olanlar iyi günündeyse sizi kaleye taşır. Fakat kötü günlerindeyse sahada kaybolursunuz. Bu yüzden onların kötü anlarına ve kötü günlerini idare etmeliydiniz.
Şimdi ise Salah’ın 40 birimlik yeteneğe sahip olması yeterli olur. Zira arkasındaki her oyuncu 10,15,20 birim katkı verebiliyor. Trent Arnold’un Van Dijk’ın ve hatta Allison’un topla ilişkisi oyunu rakip bölgeye taşımaya yetiyor. Haliyle iki maç sihir yapan ama iki maç ortada gözükmeyen bir 10 numaraya ihtiyacınız kalmadı. Onun yerine takımıyla uyumlu Salah yeterli… Salah’ı severim bu arada ama o da bir Denilson değil sonuçta…
SIKIŞAN OYUN
Bu çağ futbolculara değil, teknik direktörlere ait. Yıldızlar onlar. Belki de tam olarak Mourinho ile başlayan zincire Guardiola, Klopp ve diğerleri eklendi. Hocalar, artık çok güçlü. Zira ellerinin altında çok fazla futbolcu var. Kimsenin nazını çekmek zorunda değiller.
Sahadaki oyun da buna göre şekillendi. Guardiola’nın ceza sahasına kadar giren pasla giren ekolü ve Mourinho’nun onu durduran savunması, Klopp’un gegenpress’i, Simeone’nin kan ve gözyaşıyla dolu 12 senesi... Tabi ki bu hocalar, kısıtlayıcı değildi. Fakat takımları da sayılı kulüplerdi. Zincirin arkasından gelenler sistemi korumak için ekibini kısıtlamak, kadrosunu kontrol etmek zorundaydı. Eğer Messi ve Ronaldo’nuz yoksa, sistem biraz daha öne çıkıyordu. Hatta Klopp ve Simeone bile burada ayrılabilir.
Öyle veya böyle sistemlerin ve teknik direktörlerin savaşında doğaçlama ‘topçular’ ortadan kayboldu. Öyle bir kayboldu ki, bir kırmızı kart çıkmadan ya da ‘orta sahalar düşmeden’ çılgın bir maç izleme ihtimalimiz kalmadı. Bütün maçlar birbirine benzmeye başladı. Bütün oyuncular da birbirine benzemeye başladı. Bütün goller bile birbirine benzemeye başladı.
TURNUVALARIN GÖR DEDİĞİ
Biraz es verelim. Biraz turnuvalardan bahsedelim. Tüm maçların birbirine benzediğini söylememiz aslında bir ‘şımarıklık’ belirtisi. Bizim kuşağın şımarıklığı…
Tüm maçlar birbirine benzedi, zira dünyadaki tüm maçları izleyebiliyoruz. Biz izleyeciler gibi, teknik direktörler de izliyor. Hiçbir şey gizli saklı değil. Antrenman metodları biliniyor, sistemler biliniyor. Ekoller kayboldu. Ya da en azından eksiden ülkelerin ekolleri varken artık teknik direktörlerin temsil ettiği ekoller var.
Bir zamanlar, yaz turnuvaları önemliydi. Özellikle Dünya Kupaları. Zira dünyanın bir köşesinde neler olduğunu, turnuvaya gelen kadrolar sayesinde anlardık. Hollandalıların devrime neden olacak değişik bir oyun denediğini, İtalyanların savunmaya ağırlık verdiğini, Afrikalıların güçlendiklerini, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da makinelerin türediğini insanlık turnuvalarda görebildi.
Kimsenin dünyanın geri kalanındaki maçlara ulaşamadığı, başka ülkelere hakim olmadığı dönemlerde turnuvalar şimdinin yaygın deyimiyle “workshop” gibiydi. Festivalden ziyade bir fuar. Fuar sona erince, beğendiğiniz ekolü kendi kulüp takımınıza uygulamaya çalışırdınız.
İşte bu olay uzun bir süredir ortalarda yoktu. Belki de 1998’den beri. 1990’ların başından beri.
Dünyadaki tüm liglerdeki yabancı oyuncusu sayısının artışı artık yerel liglerin farkını ortadan kaldırdı. Ekoller, sistemler de artık gözümüzün önünde. Portekiz’deki bir takımla Şili’deki bir takım copy-paste ayarında bir benzerlik yakalayabilir. O zaman turnuvalardan öğrenecek ne kaldı ki?
2024’ÜN FARKI
Tam bu anlarda Euro 2024’e bakabilir miyiz?
Önce kendimden bir görüşle başlayayım. Yazının başındaki sohbeti hatırlıyor musunuz? İşte o masalarda ben her zaman muhalif tarafta olurum. Ya da iyimser taraf diyebiliriz. “Futbol artık robotik hale geliyor, yetenekler kayboluyor” diyenlere şunları derim:
“Futbol yıllardır 11 kişiyle oynanıyor. Saha ölçüler aynı. Oyun belli. Değişir ama kendini tekrar eder. Çünkü yapılacaklar sınırlı. Haliyle, oyun sıkıştıysa bir yerden sonra maharetli oyuncular, adam eksilten yetenekler yeniden değer kazanacaktır.”
Futbol bir oyundur. Bilimden faydalanır ama bilim değildir. Daha ileriye gitmesi mümkün değildir. Enstürmanlar değişir, icracılar değişir ama yedi nota nihayetinde aynıdır. Teknolojik gelişmeler gibi devamlı ileriye doğru ivme kazanmaz. Daha çok müzik gibidir. 40 sene öncesinin burun kıvrılan tarzı, bir zaman sonra ‘kurtarıcı’ olabilir.
Güncel futbola geri dönelim. Oyunu domine eden büyük takımlar, uzun maratonlarda kolay kolay geri düşmüyorlar. Ligleri yine onlar kazanıyor. Avrupa kupaları da ona göre dizayn ediliyor. Sürpriz yaşamaları mümkün değil. Fakat zaman zaman onlar da tıkanıyorlar. Bazı rakipleri aşamıyorlar. Çözümleri ne?
Düşünüp bulurlar. Fakat Avrupa Şampiyonası gibi ‘kısa’ zamanlı organizasyonlarda işinizi hemen çözmeniz gerekir. İspanya, 2018’deki Rusya ve 2022’deki Fas maçlarında çözemeyince eve döndü. Portekiz de Fas’a takıldı. İngiltere, grupta Danimarka’yı geçemedi. Almanya, 2014’ün devamında çok kazalar yaşadı. Fransa, grup maçlarında her zaman daha çok zorlandı. Bir Avusturya maçı onlara bir Brezilya maçından daha çok acı verdi.
Daha küçük ölçekli takımlar da aynı maçlarda iyi oyunlarının karşılığını alamadı. Çok iyi savunma yaptılar ama rakip kalenin önüne kadar gittikleri sayılı pozisyonda golü bulamayınca, son anlarda yedikleri gollerle yenildiler. “Yenildiler ama ezilmediler” dedik ama yenildiler! Savunma sabrı, taktiksel sadakat, büyük mücadele; değerlendirilmeyen 1-2 pozisyon nedeniyle heba oldu.
İşte 2024 tam da bu noktada bize yeni bir şey anlatıyor olabilir. Tıpkı eski turnuvalar gibi…
Grup aşamasında ceza sahası dışından en çok gol atılan turnuvalardan birini izledik. Üstelik bu goller çeşit çeşit anlarda geldi. Almanlar, ilk 10 dakikada İskoçları bayılttı. Kısa bir süreydi belki ama hücumun her türlüsünü dendiler. Kaleciyle karşı karşıya kaldılar, duran top denediler, paslarla içeri girdiler. Olmadı! Wirtz uzaktan kilidi açtı.
Romanya, savunmasında beklediği maçta Ukrayna kalesine hiç gitmedi. Doğru dürüst ceza sahasına girmedi. İki tane ceza sahası dışı golüyle sonucu aldı.
Hollanda, kilitlendiği maçta Gakpo’nun golüyle puanı aldı.
Türkiye, Gürcistan karşısında tıkandı. İstediği hiçbir işi yapamadı. İlk golünü hücuma katılan bekleriyle buldu (Üstelik o da çizgi üzerindendi). Fakat kilidi Arda Güler kırdı.
Çekler, Portekiz karşısında nefes alamadı. İyi savunma yaptı, uzun süre gol yemedi ama rakip kaleye gidecek mecali yoktu. Maç boyunca bir isabetli şut çekti. Ceza sahası dışından gol geldi. Tamam; galibiyete yetmedi ama başka türlüsü de olmazdı.
İspanya, son 15 yılda kendisine başarı getiren oyunun kitlendiğini gördü. Uzaktan şut denedi. Rodri, Yamal vurdu. Yenik duruma düştüğü maçları çevirdi.
Tersten iki örnek. İngiltere, hiçbir maçta kilidi tam anlamıyla açamadı. Peki ya ceza sahası dışından şut deneseydi? (Ayrı bir İngiltere yazımız yolda). Portekiz, her topu Ronaldo’yla buluşturmak yerine biraz dışarıdan deneseydi sonu böyle olur muydu?
Yine de ceza sahası dışından gollerin arttığını söylemek mümkün değil. Hatta serbest vuruştan direkt gol bile görmedik. Fakat oyun bize bir şey anlatıyor. İyi savunma yapan takımları aşmak için, şut çekmek gerekir. Bilenler bilir; eskilerden bir Tribün Dergi forumu alıntısı gelsin o zaman: Kaleye vurmadan gol olmaz!
Fakat işin özü, ceza sahası dışından vurmaya cesaret edecek futbolculara ve hatta isabet sağlayabileceklere ihtiyaç var. Belçika, tıkandığı maçlarda uzaktan şut denedi. Fakat KDB yerine, hızlı kenar oyuncusu Doku denedi. Olmadı! Hollanda’da sıklıkla içeriye sokulan bekler denedi, olmadı. Xavi deneyince İngiltere maçında oldu. Yani oyun bu yazın ardından hemen değişmeyecek.
Bu taktiğe cevap verecek oyunculara ihtiyacınız var. Uzaktan gol atmak, yetenek işi. Maharetli oyuncunun yapabileceği iş. Yoksa Braga maçında Dany’den uzaktan vurmuştu. Olmazdı.
Aynı zamanda bu denemeleri normal karşılayacak teknik direktörlere de ihtiyaç var. Bu sefer Ahmet Kaya’dan uyaralama yapalım. Uzaktan şut çekeceğiz ve buna izin verecek yürekli teknik direktörlerin olduğunu biliyoruz.
Yetenekli oyuncuya ihtiyacınız var. Yeni dönemde daha da çok var. Fakat aynı zamanda, o oyunculara özgürlük verecek liderlere ihtiyaç var. “Ceza sahasının içine girmek zorunda değilsiniz. Giremiyorsanız, sıkın” diyecek cesurlara…
Milli takımlarda bunu demek daha kolay. Ya da daha zorunlu. Zira turnuvada üç maçınız var. Sizi dokuz ay sonra hedefe taşıyacak sisteme sadık kalmak, lig için geçerli olabilir. Bu uğurda bazı maçlar kaybedilebilir. Fakat milli takımlarda hızlı çözümler geçerli akçe olabilir.
Fakat yine de; lig veya yaz turnuvası… Maçlar birbirine benziyorsa eğer; artık herkes oyunu oynuyorsa demode kalan eskiyi yeniden çözüm haline getirmek mümkün olabilir.
Yetenekli oyuncular var. Eskiler kadar yetenekliler belki de. Fakat onlara alan açacak sistemler ve hocalar azınlıkta kaldı. Onlar izin verirse şutörler kendini gösterecektir. Devamında da rakip eksilten çalımcı oyuncular da kıymete binecektir. Yamal, Nico, Arda, Kvara… Ben hala o sohbetlerde umutlu olan tarafım.
Euro 2024 bu işin düşen ilk cemresi olabilir. Şimdi bir cemre daha bekleyeceğiz. Kritik maçtan bir gün önce gazete sayfalarına düşen “Hoca, oyuncularına ‘kaleyi gördüğünüz yerden vurun’ emri verdi” haberleri…
Onu görürsek değişim ateşi yanmaya başlamış demektir.