Do Not Disturb
Cem Yılmaz’ın geçen senenin sonlarında Netflix’te gösterime giren yapımı aslında bir devam filmi sayılabilir. Karakomik Filmler’in ilki olan İki Arada’nın vapur emekçisi kahramanı Aysek, bu sefer bir otel çalışanı olarak karşımızda.
Daha doğrusu henüz bir otel çalışanı bile değil. Oteldeki ilk iş gününde (hatta gecesinde) onunla beraberiz. Onun başına gelen olaylarla başlayan filmimiz daha sonra direkt onunla devam ediyor.
Hemen hemen tek bir mekanda ve tek bir gecede geçen bir film. Bu tarz işleri severim. Aysek gibi karakterleri de severim. Sıradan insanlar, normal öyküler. Aysek, ilk filmde de hoşuma giden bir karakterdi. Güzel işlenmişti. Fakat Cem Yılmaz, Aysek karakterinin içinde yer aldığı iki film de benzer sorunları yaşadı.
“2 Arada aslında yukarıda yazdığımız tüm eleştirileri ve övgüleri üzerinde toplayabilecek bir film olmuş. Çok iyi bir hikaye geliyordu ama sonuyla can sıktı. Artık bu tip sonlar görmek biraz sıkıyor. Yine de 'normal insanların normal hayatlarını hikayeleştirmek' ise amaç; dörtlü arasında bunu en iyi işleyeni...”
Böyle yazmıştım, Karakomik Filmler’i izledikten sonra. Yine aynısı oldu. Oysa, o kısa sürede aklından geçeni tam olarak yansıtamadığını (süre de kısıtlıydı) fark eden Yılmaz’ın bu sefer çok daha güçlü bir şekilde hazırlandığını düşünmüştüm. Yanılmışım.
Sorun Yılmaz sinemasında değildir muhtemelen. Zira ben kendisinin sinemaya bakışını ve ürettiklerini seviyorum. Üstelik böyle kurak ve vasat bir zamanda, popüler sinemayı ayakta tutacak işler çıkarıyor. Kafasından geçenleri ve anlatmak istediğini, neyin hoşuna gittiğini de anlayabiliyorum ve zaten onların hepsi izleyici olarak beni de tatmin ediyor. Mizahı da “İnsanları koltuktan düşüreyim” çıtasında tutmayıp düşük tonda gidince leziz işler çıkarıyor. Fakat Aysek karakterinde ikidir bir şeyler eksik kalıyor. Daha doğrusu karakterde değil; Aysek’in hikayesinde…
Yoksa Aysek, sevabıyla-günahıyla çok içimize sinen bir karakter. Biraz Cem Yılmaz karikatürü barındırıyor ama bir o kadar da sahici. “Sıradan” bir insan demeyeceğim. Zira esas onun çevresindekiler sıradan; vapurda tost yapan adam veya otelde çamaşırları ütüleyen kız sıradan ama Aysek onlardan farklı. Zaten herkesin ya kaçtığı ya da ‘takıldığı’ birisi. O yüzden filmin başrolünde. Fakat hayatı herkes gibi. Hayalleri de gerçekleri de herkes gibi.
Aslında Cem Yılmaz herkesten farklı olan Aysek’in herkes gibi olma hevesini çok iyi işliyor. Bu çok değerli bir bakış. Ayrıca popüler, zengin, toplumdan uzak kaldığını düşünebileceğimiz birinden beklemeyeceğimiz kadar net ve geniş bir analiz geliyor. Yılmaz, bu analizi Aysek karakterine çok iyi yediriyor.
Cem Yılmaz gibi bir adam, bu adamları nerede görüyor da böyle bir tahlil yapıyor diye düşünüyorum. Cevabı aslında biliyorum. Tophane’de doğan, Leman’da (İstiklal’de) büyüyen, Boğaziçi’nde gelişen o adamın analiz yeteneğinin azalması mümkün olamaz. Fakat aynı zamanda analizin eksik parçaları da kalıyor.
Gişe rekorları kıran, çok erken yaştan itibaren maddi anlamda ‘rahat’ yaşayan, lüks evlerde yaşayan, popüler isimlerle arkadaşlık kuran Yılmaz o analizler için artık sosyal medyadan besleniyor. Bunun kanıtı Aysek, zira ne kadar sahici bir karakter olarak tasvirine başlansa da günün sonunda adeta bir sosyal medya figürü olarak kalıyor.
Ve aslında Aysek, bir yandan da Cem Yılmaz’ın iç sesi oluyor. Sosyal medyadan tanıdığı bir karakter ama aynı zamanda o karakteri, kendi söylemek istediği cümleleri söyletmek için yaratıyor. Aysek ile Yılmaz arasında biraz Pinokyo ve Gepetto gibi bir ilişki var. Hem kendi yaratıyor, hem karakter kendisinden bağımsız ilerliyor hem de onu cezalandırmak istiyor.
Hepimiz artık sosyal medya figürüyüz. Bu sıfatın ağırlığını sadece Aysek’e yıkmak haksızlık olur. Tabi ki onun kadar bağımlısı olmayabiliriz. Fakat biz de orada sinirleniyoruz, oradan öğreniyoruz, orada gülüyoruz, orada yaşıyoruz. Büyük ihtimalle Cem Yılmaz da orada çok fazla zaman geçiriyor. Hatta eminim ki, gelen mention’lardan dolayı da çok fazla sinirleniyordur. Bunun işaretlerini zaman zaman da veriyor da. İşte büyük ihtimalle, o anlarda içinde tuttuğu, veya ‘yazmadığı’ tüm isyanları, küfürleri, gerginlikleri biraz yumuşatarak bir yapı haline getiriyor ve tüm analizleri ‘kusmak’ için Aysek’i kullanıyor. Aslında fena da yapmıyor. Karakteri bu amaç doğrultusunda çok iyi kullanıyor. Fakat bana kalırsa bu sefer de kurguyu atlıyor. Nereye bağlayacağını ıskalıyor veya onu aynı vuruculukta veremiyor. Ya da esas önceliği içini dökmek olduğu için, sonunu önemsemiyor.
Bu arada bu eleştiri genel olarak Cem Yılmaz’a çok getirilse de, ben Do Not Distrub’a kadar bunu çok fazla önemsemedim. Zira Cem Yılmaz filmlerinin özelliğidir zaten bu, eksikliği değil. Her Şey Çok Güzel Olacak’ta, Çamlı kardeşleri Taksim’de yürürken görürüz mesela. Ne olduğunu anlamayız. Barı açmışlar mıdır, batmışlar mıdır, diğer karakterler nerededir? Bu sorulara 2024 yılında kimse cevap aramaz ama filmin geri kalan tüm sahneleri ve replikleri kült olmuştur. Önemli olan son değil İstanbul - Bodrum - İstanbul arasında yaşananlardır. Cem Yılmaz bir hikaye anlatır, siz dinlersiniz ve genellikle hoşunuza gider. Belki o hikayenin sonunu hatırlamazsınız bile. Sonu gelmeden uykuya geçilen ama rüyada devam eden masallar gibidir. Dinleyen o kadar etkilenmiştir, o masalı bir daha görür rüyasında ve belki kendi sonunu yazar.
Fakat bu sefer hikaye anlatımı da, karakterin gölgesinde kaldığı için sondaki düşük ton beni yaraladı. Bu bir iç dökme filmiydi sanki. Aysek’in değil Cem Yılmaz’ın kendi iç dökmesi… Ve ben şahsen Cem Yılmaz’ı klişe tabirle “bizi bize anlattığı” için severim. Burada kendisini ve “kendisine mention atanları” bize anlatıyor ve bu konunun bizle pek alakası yok.
Hatta diğer karakterlerde de bu iç dökme hali daha az ama bir o kadar da daha belirgin bir hale dönüşüyor. Zira çamaşırcı kız ile hapisten çıkan bıçkın delikanlının varoluşçu söylemlere girmesi çok tutmuyor bence. Senaristin cümleleri olduğunu çok belli eden replikler duyuyoruz.
Her şeye rağmen Cem Yılmaz’ın çok iyi bir sinemacı ve çok iyi bir oyuncu olduğunu görüyoruz. Bizi tatmin etmese de, adamın sinemaya yüklediği anlamı ve onu hangi amaç için bir araç haline getirdiğini görüyorum. Bu bende saygı ve sevgi uyandırmaya devam ediyor.
Ayrıca daha çok yazan, çizen ve üreten bir mizahçının bu kadar iyi oyunculuk yapmasına şaşırıyorum ve gerektiği kadar hakkının verilmediğini düşünüyorum. Tabi yanındakiler de çok iyi destek oluyor. Bu filmde de Celal Kadri Kınoğlu, Bülent Şakrak, Özge Özberk ve Ahsen Eroğlu. Zaten hemen hemen bu kadarız! Az oyuncu, az mekan, tek gece. Oyuncuların kendi aralarında çok iyi uyum yakalayıp, karakterlerine çok iyi odaklanabilmelerini sağlamış olsa gerek.
Her şeye rağmen iyi bir sosyolojik çalışma var. Eleştirilerime rağmen bu konuya da girmeliyim; ki bu paragraf aslında Yılmaz’ın bu filmde anlatmak istediği konuyla paralel bile olabilir.
İnsanların şu anda Youtube’da 50 saniyelik içerik üreten, bu içeriklerde başarılı bir şekilde sokaktaki insanları taklit edenlere “bu adam gerçek sosyolog be” demesi; sonra dönüp sosyolojik açıdan gerçekten başarılı bir iş çıkaran bir Cem Yılmaz filmini “Bu adam da artık güldürmüyor” cümlesiyle değerlendirmesi beni çok sinirlendiriyor. Hatta düşününce; ben bile bu kadar sinirleniyorsam o zaman Cem Yılmaz da içini dökmek için 25 yılda bir Aysek yaratsın; ne var ki?
Tüm bu maddelerin ortalaması belki iyi bir puandır ama esas olarak Do Not Disturb, benim beklentimi karşılayamadı. Kurduğumu hayalin yanına yaklaşamadı. Yine de izlenebilir bir film olarak ortada duruyor.
Bu arada Karakomik serisinin üzerinden yaklaşık dört sene geçmiş. Bunu fark edince de bir titreme geldi…