La Vuelta #1 - Santiago
Madem yeni bir ülkede yaşıyoruz, burayı keşfetmek lazım….
Madem yeni bir mecraya başlıyoruz, burayı futbol muhabbetine sıkıştırmamak lazım…
O nedenle gezip gördüğüm şehirleri ve oralardaki izlenimlerimi aktarmak istiyorum. Böylece içeride biraz renk, biraz çeşit olur. Ayrıca, başlıktan da anlaşılacağı gibi hepsi bir seri çatısı altında yer alsın istedim.. Serimizin adı İspanya Bisiklet Turu’nda dolayı La Vuelta…
Korkmayın; zırt pırt gezebilen biri değilim. O yüzden bu seri devamlı önünüze düşmeyecek.
İlk olarak Santiago’dayız… Tam adıyla Santiago de Compostela...
İspanyollar kısaca Santiago diyor. Oysa biz Türkiye’de yıllarca Compostela diyorduk. Zira 90’larda LaLiga'da mücadele eden takımın adı (SD Compostela) buydu. Brezilyalı fenomen Ronaldo'nun kariyerinin hemen başlarında attığı unutulmaz gol bu şehirde SD Compostela'ya atılmıştı.
SD Compostela’ya rağmen biz yazının devamında Santiago’yu kullanacağız. Santiago, zamanın havarilerinden biri. Bir kilise yapımı esnasında onun mezarına ulaşılır ve devamında dönemin Asturias Kralı ona bu bölgede bir daha şık bir mezar yapar. Santiago adı buradan gelmekte. Compostela ise Latince kökenli bir kelime ve ‘yıldız tarlası’ anlamına geldiği iddia ediliyor.
Bunlar önemli (ve biraz özet) bilgiler zira şehrin kaderi bu dini referanslar sayesinde gelişiyor. Havari Santiago’nun mezarının ardından çok görkemli bir katedral da inşa ediliyor. Hatta katedralin altında, Santiago’nun kemiklerinin olduğu inanışı var. Tüm bunların sayesinde şehir Hristiyanların en önemli üç hac merkezinden birine dönüşüyor. Bu özellik günümüzde de devam ediyor. Ciddi bir inanç turizmi mevcut.
O üç hac merkezi Roma, Kudüs ve Santiago... Santiago'yu diğerlerinden ayıran özelliği ise, hacıların buraya yürüyerek gelmesi. İspanya'nın birçok bölgesinde, bizim Anadolu'daki Likya gibi hac yolları var. Bu yolların hepsi Santiago’ya çıkıyor ve esas olarak hacıların bu yolu yürümesi gerekiyor. Tabi artık bisiklet ve motor kullananlar da var. Hatta daha kolaylaştıranlar da…
1996'da burada unutulmaz golünü atan Ronaldo da 2022 yılında bu yolu tamamlayıp hacı olanlardan. Brezilyalı, şu anda Real Valladolid'in sahibi. Takım alt ligdeyken bir adakta bulunuyor ve takımı LaLiga'ya çıkarsa bu yolculuğu gerçekleştireceğini söylüyor. Takım 2022’de lige çıkıyor, o da sözünü tutuyor. Fakat Real Valladolid, geçen sezon son iki maçta berabere (ikisi de 0-0) kalınca geldiği gibi küme düştü. Takım yine alt ligde ama iddiasını koruyor. Bu yaz LaLiga’ya çıkarlarsa belki Ronaldo bir kez daha yürür. İki şehir arası mesafenin 450 km olduğunu ekleyeyim.
Adakla gelenler, çocukluk hayali olanlar, maceraperestler... Hepsi Santiago’da. 2005 yapımı One Day in Europe filminin çekildiği beş şehirden biri de burasıydı. Filmde Galatasaray ile Deportivo Şampiyonlar Ligi finali oynarken, final gününde Avrupa’nın beş farklı şehrine bakış atılıyordu.. Filmin şehirlerinden biri İstanbul'du ama A Coruña onlardan biri değildi. Onun yerine Santiago vardı.
Santiago ile Coruña arası trenle 25 dakika. Birbirlerine çok yakınlar. Zaten bu sayede, bu serinin ilk şehri Santiago oldu. Bizim için gitmesi çok kolaydı. Pendik’ten Yenikapı’ya gitmek daha uzun sürebilir.
Nüfusuna, ticaret hacmine, büyüklüğüne bakınca A Coruña'nın daha büyük olduğu görülebilir. Aynı zamanda ikisi de Galisya özerk bölgesindeki A Coruña eyaletinin iki şehri. Buna rağmen eyaletin adını alan A Coruña'ya rağmen, Galisya’nın başkenti Santiago olmuş. Gerçi bu durum 1997 yılında değişmiş. Parlemento binası da burada. Açıkçası İspanya’ya geleli altı ay olmasına rağmen, ben halen buranın idari yapısını tam anlamıyla çözemedim. Kim kimin eyaleti, hangi şehir nereye bağlı vs… Bunları anlamak zor iş…
Santiago’ya ilk ziyaretimi güzel bir eylül günü, güneşli bir havada gerçekleştirdim.. Önce bir kahvaltı ettik ama kahvaltı yapacak mekan bulmak zordu. Zira tren öğlene doğru şehre gelmişti ve belli bir saatten sonra İspanya’da kahvaltı yapmak pek mümkün değil. Biraz geze geze, yayıla yayıla, fotoğraf çeke çeke yürüdükten sonra mekan aramaya başlamıştık ama çoğu dükkan kahvaltı servisini kapatmıştı. Oysa saat henüz 12 sularıydı. Türkiye için alışık olmayacağımız bir durumdu. Daha da kötüsü İspanya’daki kahvaltılar bizim alıştığımız ürün çeşitliliğinden de uzak. Yine de bu kadar aç hacının olduğu bir şehirde bir mekan bulduk ve kahvaltımızı ettik.
Zaten biz atıştırırken, sokaktan devamlı sırtlarındaki çantalar, ellerinde bastonlar ile yürüyüşçüler geçiyordu. Hepsinin yolu katedraldi.
Biz de kahvaltının ardından katedrale gittik. Santiago Katedrali gerçekte görülmeye değer eserlerden biri. İnsanın ağzını açık bırakan yapılardan. Yapımı 150 yıl sürmüş ve 1211'de tamamlanmış. Yine de beni en çok etkileyen katedralin kendisi değil, katedrale ulaşan hacıların tepkileriydi. Hac yolunu bitirip katedrali gören insanların o anda birbirlerine sarılmaları, ağlamaları, duygusal bir boşalma yaşamaları çok ilginçti. Bir yandan dere tepe yollar aşan yorgun, bitkin, aç ve susuz hacılar, diğer yanda da katedrali görmeye gelen rahat turistler... Katedralin avlusu, insan ve insan psikolojisini gözlemlemek için en uygun yerlerden biri.
Santiago sadece dini bir şehir değil. Sadece katedralle de sınırlı değil. Mesela çok güzel, çok geniş ve sayıca çok fazla parkı var. Bu parklardan bazıları, ağaçların ve derelerin arasında sessiz yerler, bazıları ise şehrin merkezinde kalabalık sosyal alanlar. Avrupa park ve meydan konusunda Türkiye’den yeni gelmiş insanları şaşırtır ama Santiago da bu konuda hemşerilerinin önüne geçiyor.
Tabi ki parkların en büyük müdavimleri çocuklar ve gençler. Gençler önemli, zira burası kutsal şehir olarak tanımlansa da günümüzde artık bir öğrenci şehri. İspanya'nın en iyi 10 üniversitesinden biri olarak kabul edilen Santiago Üniversitesi şehrin havasını değiştiriyor. Gündüz vakti bunu anlamak pek mümkün olmasa da, akşam saatlerinde şehirde bir nöbet değişimi yaşanıyor. Hacılar otellerine çekilirken, gençler sokaklara çıkıyor
Bu arada hacıların bizim hacılarımız gibi, hacı olur olmaz tövbekar olduklarını sanmıyorum. Zira birçok pub'da birasını yudumlayan hacıyı gördük. Uzun yolun yorgunluğunu, soğuk bir bira içerek çıkarmaya çalışmak gayet normal onlar için.
Bu arada katedral çevresinde size 500-600 yıl öncesini anımsatacak; dar, eski, sanki senelerce hiç çivi çakılmamış, biraz da ıssız restoranlar mevcut. Bunlara restoran demek pek mümkün değil, adeta bir han mutfağı... Kısıtlı sayıda masa, çeşit olarak az ama yoldan gelenlerin ihtiyacını karşılayacak yemekler ve yorgunluğunu atmak için ziyaretini uzatan müşterilere ‘git’ gözüyle bakmayan garsonlar....
Galisya bölgesinin kendine has bir kimliği var. Bilindik İspanya özelliklerine sahip değil. Atlantik Okyanusu'nu İngiltere'ye bakan kısmında olduğu için, Akdeniz'den çok Britanya'ya benzediğini söylemek mümkün. Burada, boğa güreşleri, flamenkolar, klasik gitarlar pek yok. Buna rağmen Santiago klasik bir Galisya şehri gibi değil. Tam anlamıyla bir İspanya da sayılmaz. Boğa güreşleri, flamenkolar, klasik gitarlar burada da yok ama daha bir Akdeniz gibi. Üstelik denizi de olmamasına rağmen. O nedenle bana tarihi dokusu, havası, öğrencileri ve turist bolluğuyla küçük bir İtalya şehri gibi geldi. Gerçi bu yorumumu ciddiye almamakta özgürsünüz, çünkü hayatımda hiç İtalya’ya gitmedim. Fakat akşam güneş batmaya yakınken ve restoranalar yeniden servis yapmaya başladığında hava Galisya’dan Akdeniz’e dönüyor...
Tabi bu görüş yaz için geçerli. Mesafe yakın olduğu için Santiago’ya kışın gitme şansım da oldu. Gündüzler çok farklı değildi. Hava biraz daha soğuktu. Burası okyanustan uzak olduğu için, sağlam bir karasal iklime sahip. Artık turistlerin sayısı da azalmıştı. Katedralin önündeki hacılar da tek tüktü. Fakat yine de şehirdeki hareket belirgindi. Bunun nedeni öğrencilerdi.
Fakat akşamları onlar da kalmıyordu. Akşam 10’da mekanlar kapanmaya başlıyordu. Kışın göze çarpan en dikkat çekici grup, şehrin ‘dini’ duygularından faydalanmak isteyen dilencilerdi.
Benim kış ziyaretim Noel’den hemen önceydi. Bu da çeşitli kermes ve pazarların kurulmasını sağlamıştı. Fakat ne olursa olsun; yaz da olsa kış da olsa, Santiago’da bir günden fazla zaman geçirmenin anlamı yok gibi. Katedrali görmek, parklarda oturmak, bol bol fotoğraf çekmek (manzara açısından oldukça bonkör) ardından güzel bir yerde yemek yemek ve dönmek… Fazlasına gerek yok.
Bir başkent olmasına rağmen de yaşamak için cazip mi emin değilim. Bu kadar üniversiteli gencin olduğu yerde hareket vardır muhakkak. Fakat 25 dakika uzaklıkta, okyanus kenarında daha güzel bir yer var zaten.