Cem Yılmaz sinemasını seviyorum. Özellikle son dönemde (son 15 yılda) ona yapılan eleştirilerin biraz haksız ve abartılı olduğunu düşünürüm. Buna rağmen, onun ne kadar ‘arkasında duran’ biri olsam da, filmlerini çıkar çıkmaz izleyen ‘sıkı’ takipçilerinden biri olmadım. Her filmini çok sevdiğimi de iddia edemem.
Zaten tam da bu yüzden 2014 yapımı Pek Yakında’yı, yaklaşık 10 senenin ardından izledim. Bu 10 sene içinde Pek Yakında hakkında çok fazla iyi cümle duysam da bunlara itibar etmedim. Zira Yılmaz hakkında çok fazla abartılı cümle kurulduğunu kabul etmem lazım. Daha doğrusu beklentiler örtüşmüyor. Önemli bir kesim ondan arkaya arkaya espriler bekliyor. Bir kesim sinema diline ve kondisyonuna uğramadan, gişe yapan bu popüler adamdan arka arkaya skeçler bekliyor. Haliyle “Yılmaz’ın filmi iyiymiş” diyen herhangi biri, Youtube shorts zehirlenmesine maruz kalmış olabilir. Özetle bir-iki tane ikonik espriye tav olan sinema seyircisi, bir film hakkında sizi yanlış yönlendirmeye yetebilir.
O yüzden Pek Yakında hakkında söylenen iyi ve kötü cümlelere itibar etmedim. Ayrıca büyük beklentilerim de oluşmadı. Zaten klasiktir; düşük beklentiler büyük zevkler doğurur.
Acaba bana olan da bu muydu? Fakat hayır, sonuçta hem oyuncu kadrosu hem de kamera arkası ekibi; insana Eduardo Galeano gibi, “Allah rızası için güzel bir film” dedirtiyordu. Düşük beklentiyle oturulacak film değildi.
Öyle veya böyle sonuçta aradığımı buldum. Yılmaz’ın sinemasının iki kolu var. Biri Herşey Çok Güzel Olacak ve Hokkabaz ekolünden gelenler, diğeri de GORA’nın rayından giden absürd komediler. İkinci yol benim çok tarzım değil. O nedenle oradaki işler bir noktaya kadar beni ilgilendiriyor. Komikler, gülerim ama aklımda kalmaz. İşin kötüsü; iyi gişe yaptıkları için kötü kopyaları türemiştir. Hatta Türk sinemasını bir kutuya hapsetmiştir istemeden de olsa.
Benim gözüm hep ilk yoldaydı. Fakat o yolun yolcuları, son süreçte hep biraz eksik kaldılar. Bazı filmler arada kalıp diğer yola göz kırptı, bazılarının bütünlüğü yoktu. Sonuç olarak benim için ilk ikiyi kapan iki efsanenin arkasına oturacak bir üçüncü çıkmamıştı.
Yani aslında çıkmış da; 2014’ten bu yana ben izlememişim. Şunu eklemek lazım. Yılmaz, 2014’e kadar yönetmenlik koltuğunda tek başına değildi. Pek Yakında, onun ilk esas yönetmenlik deneyimiydi. Tabi ki önceki filmlerde rolü ne kadardı, filmin ne kadarı ona aitti bunu bilemeyiz. Fakat Pek Yakında’nın onun kafasındaki ‘ilk’ veya ‘tam’ film olduğuna eminiz. Ve aslında zaten her işinde, öncesinde ve sonrasında Pek Yakında’yı anımsatıyordu.
Cem Yılmaz bir ‘komedyen’ olarak biliniyor. Komik adam! Ondan istenen ve beklenen de ilk önce insanları güldürmesi oluyor. Fakat aslında Yılmaz, iyi bir hikaye anlatıcısı. Ve sinema, hikaye anlatır. O yüzden Yılmaz da sinemayı seviyor. Eski Türk sinemasını da seviyor. referansları oradan alıyor. Hatta; filmlerindeki referanslar ne kadar oradan geliyorsa, o filmin tadı da o kadar lezzetli oluyor.
Pek Yakında da bize bir hikaye anlatıyor. Bir öykünün gelişimine giriyoruz. Karakterlerle bağ kuruyoruz. Hiç bir şekilde sonunu merak etmiyoruz. Zaten sonu gelsin de istemiyoruz. 130 dakika sıkmıyor.
Büyük ihtimalle seneler sonra Pek Yakında hakkında onlarca cümle kurabilir ve onu övmeye devam edebilirim ama o günlerde belki de sonunu hatırlamayacağım. Çünkü orası önemli değil.
Şu bir gerçek ki iyi bir son, vurguyu arttırır. Etkiyi yükseltir. Bir filmin önemli bir noktasıdır. Son noktadır! Fakat Pek Yakında gibi filmler ve Cem Yılmaz gibi yazanlar için buna gerek yoktur. Herşey Çok Güzel Olacak da, barın açılıp almadığını bilmeyiz. Önemli de değildir. Pek Yakında da Zafer’in Şahikalar filmini tamamlayıp tamamlamayacağı tabi ki önemlidir ama her iki ihtimal de Pek Yakında için çok önemli değildir. Önmeli olan süreçtir. Biz o sürece tanıklık ederiz. Hatta kendimizi o sürecin bir parçası hissederiz. Çağlar Çorumlu, Özkan Uğur, Zerrin Tekindor’un yanındaki bir diğer kişi oluruz. Hastane odasındaki Yılmaz Erdoğan’dan daha çok işin içindeyizdir.
Fakat dramı da vardır bu filmin. Zafer bir kaybedendir. İşini ve eşini kaybetmiştir. Hayatını toparlamaya uğraşır. Bu esnada arkadaşlarından güç alır. Ekip giderek zenginleşir. Dayanışma çıkar. Biz de onu destekleriz. Fakat pek gülmeyiz. Yani başlarına gelen sakarlıklar, arada oluşan diyaloglar tebessüm ettirir ama kahkahalara yer yoktur.
O yüzden filme gelen eleştiriler var. Yeteri kadar komik olmadığı vurgulanmış. Çok hoş bir eleştiri. Eğer, istenen kadar komik olsaydı bu film, o film olmazdı. Son 20 yılın “çok komik” filmleri, aslında biraz basite kaçılan filmlerdi. İyi bir espri varsa onu bir sahneye yedirmek yeterliydi. Hikaye ve görüntü önemli değildi. Yılmaz, Pek Yakında’da üzerine çok düşündüğünü belli ederek diğer gişecilerden ayrılıyor.
Yine de bir eleştirim var. Her ne kadar filmin süresinin uzun gelmediğini yukarıda vurgulasam da, Suat karakterine (Cengiz Bozkurt) kurulan oyuna gerek yoktu sanki. Bir kötü adam üretmeye, onu da alt etmeye gerek yok gibiydi. Zaten hayat, süreç yeteri kadar ekibe zorluk çıkarıyordu. Kazalar, parasızlık, aksaklıklar… Bunları alt etmek yeterliydi.
Olsun; sonuçta bu Yeşilçam’a bir selam gönderme seansıydı. Muhakkak kötü adam olmalıydı belki de…
Eksiklerine rağmen, Cem Yılmaz’ın en iyi üçüncü filmi ilan ediyorum. 1 ve 2 ile arasında uzun bir mesafe var ama olsun. En azından yeri belli. Tıpkı seçtiği yol gibi…