The Revenant
Gösterime girdiği 2016 yılında, hatta daha vizyona girmesinden önce büyük yankı uyandıran The Revenant’ı uzun süre beklettim. Bilerek yaptığım bir strateji değildi, fırsat olmadı. Oysa çok sevdiğim bir yönetmenin elinden çıkmıştı. Bu esnada izleme fırsatını yakalamama kadar geçen yaklaşık sekiz senede, filmin yarattığı yankının üzerine tuğlalar örüldü.
Çok beğenilmişti, Oscar için konuşulmuş, ödüller toplamıştı. Artık bir başyapıt statüsündeydi.
Eh; biz de kötü film olduğunu iddia edemeyiz. Üstelik süper kahramanlar çağında, bu tarz filmlere kapımız biraz daha açık. Hugh Glass, ayıyla dövüşen ve ölmeyen, sonunda intikam ateşiyle yanan gerçek biri. Bir süper kahramandan daha etkileyici. Daha gerçek. Bize böyle kahramanlarla gelin!
Fakat The Revenant’ın sinema tarihinin (en azından kendi döneminin) en çok merak edilen, en konuşulan filmlerinden biri olması normal mi, yeri burası mı?
Koyunun olmadığı yerde, üst sıralara tırmanması gayet olası. Fakat yine de bu beklediğimiz tarzda bir Alejandro Inarritu filmi değildi.
Alejandro Inarritu’yu çok beğenirim. Bugüne kadar izlediğim tüm filmlerini, hatta Write The Future reklamını bile çok sevmiştim. Zaten reklamdaki motto, en çok onunla buluşmayı hak ediyordu. Kendisi geçmişi, geleceği, o anı, andaki tüm yolları, tüm seçenekleri kurgulayabilen bir yazar ve yazdığını çok iyi yansıtan bir yönetmen.
Fakat sanki son yıllarında bundan vazgeçip, sinemanın teknik kısmına daha çok kapılmış gibi (2022 yapımı Bardo’yu izlemedim, bu eleştiriden muaf). Birdman ise o geçişin adımlarından biriydi ve geçişin tam arasında iki tarafa da eşit uzaklıkta kalabildiği için çok da rahatsız etmiyordu. Uzun ve tek çekimli planlar yönetmene Oscar’ın kapısının açarken, eski günlerini arayan yorgun karakteri bize eski filmlerindeki tadı vermişti.
Şimdi ise (yani sekiz sene önce) süper kahramanlar çağına Hugh Grass gibi bir gerçek figürle karşı durmayı tercih etti belki de. Onun hikayesinin yeterli olacağını, yanına da teknik becerilerini daha çok eklemeyi düşündü. Olabilir. Bu kurak dönemde, bulduğumuza çöldeki vaha gibi sarılacağız. Fakat beklediğimiz Inarritu bu değildi. Zaten Grass’ın hikayesini de biraz kolaya çevirmiş. Öğrendiğimiz kadarıyla ayıyla dövüşen ve ölümcül yaralar alan ama sonrasında hayata tutunan bu adamın, aslında intikam gibi bir meselesi olmamış.
Fakat intikam sinemada çok tutar. İşleri de kolaylaştırmayı sağlar. Vahşi hayatta ölümle burun buruna kalıp, o cendereden çıkabilen insanların hikayeleri çok defa düştü önümüze. Belki yeni nesil seyirci bununla yetinmeyecekti. O nedenle öykü, ‘yaşama dönünce’ bitmemeliydi. Daha fazlası gerekliydi. O fazlalığı, intikam kolayca verebilirdi. Bu da filmin süresinin 2.5 saate çıkmasını sağlamış.
Birdman ile The Revenant arasında iki sene olması bize bir ipucu verebilir. Muazzam emek isteyen iki filmin arasında bu kadar kısa süre olması, sonradan yapılanın biraz daha çalakalem ilerlemesini sağlayabilir. Ki aslında The Revanant da çalakalem değil. Çekimleri çok uzayan ve dokuz ay süren bir filmden bahsediyoruz. Bunun esas nedeni yönetmenin doğal ortamı ve doğal ışığı kullanma isteği. Hatta bir röportajında, “Elimize sıcak kahvelerimizi alıp yeşil ekran kullansaydık herkes daha mutlu olurdu ama büyük ihtimalle film bir şeye benzemez” diyor. İşte tam da bu yüzden, Marvel çağında Inarritu’ya ve benzerlerine daha çok sarılacağız.
Zaten filmin artıları da var. Risklere girmiş ama sanatın kendisine sadık kalınmış. Başrole (üstelik kaşesi yüksek çok popüler bir isme) 15 satırlık replik yazılmış. Diyaloga bağımlı izleyiciyi zorlamış. Ama belki de tam bu yüzden konuşmadan oynayan Di Caprio özlediği heykeli kazanabilmiş.
Fakat film duvara takıldı. Karşısındaki rakibi Spotlight’tı. Bir grup gazetecinin, bir cinsel taciz skandalını açığa çıkarmasını anlatan, yine gerçek bir hikayeydi. Spotlight’ı o günlerde izlemiştim. Ve onun Oscar alamayacağını düşünmüştüm. Belki de The Revenant benim düşündüğüm sistemde ödüle daha uygun duruyordu. Daha fazla masraf, daha görkemli sahneler, üstelik bir Marvel değil… Tam akademinin tav olacağı şartlar. Fakat jüri tercihini Spotlight’tan yana kullandı. Tabi ki dönemin ABD siyasetini de düşünmek lazım.
Fakat herhalde The Revenant, tüm teknik gücüne rağmen duygu ve merak konusunda sınıfı geçemedi. Hatta Spotlight kadar bir cesarete giremedi. Hugh Grass’ın üzerine odaklandı ve Kızılderili soykırımını, dönemin ABD’nin sömürgeci felsefesini yok saydı. İzlediğimiz film ABD iç savaşında da, başka bir ülkenin savaşında, bir uçak kazasından sonra, bir Western’de veya bir büyükşehirde bile geçebilirdi. Dönemin koşullarının üzerinde hiç durulmamış.
Tam da bu noktada Inarritu’nun en iyi yönetmen ödülünü alması ama Spotlight’ın senaryoyu kazanması parçaları birleştirmemizi sağlıyor. Biri iyi hikayeydi, diğeri mekanı, dekoru, oyuncuları iyi kullanmıştı.
Yine de The Revenant’ı çok fazla eleştirmenin anlamı yok. Zaten sinema bir görsel sanatsa, onu da karşılıyor. Metaforlarıyla bir Inarritu filmi olduğunu hatırlatıyor. Belki Kızılderili kültürüne daha fazla hakim olsaydık, çıkarımlarımız artar ve filmle daha güçlü bir bağ kurabilirdik. Bu da filmin değil bizim eksikliğimiz olsun.