The Special Place
Bazen, sert duvarlarla ve katı kurallarla oluşturulmuş gruplara girerken kendinize bir kostüm biçmeniz gerekir. Sıkı bağlarla oluşturulmuş, gelenekçi ve köklü yerlere farklı bir geçmişle başka bir mahalleden gelerek girmek kolay değildir. Onlar gibi davranamaya çalışırsanız; ya ‘onlardan’ olmadığınız hemen anlaşılır ve kolay hedefe dönüşürsünüz ya da zaten onlar gibi davrandığınız için bir farkınız kalmaz ve kısa bir süre içinde kalabalıkta kaybolursunuz. Kendi karakteriniz, nazikliğiniz, saygınız, özveriniz buralarda barınmaya yetmeyebilir. Dedik ya; sert ve katı yerlerdir buralar. En ufak ‘yumuşak’ davranış, aleyhinizde delil olarak kullanılır.
O yüzden böyle gruplarda var olma mücadelesine girdiyseniz duvaraları kırmalı, oyunu bozmalı, özgüveniniz üzerinize yapışmalı, dik durmalı ve belki de kaba olmalısınız. Peki ya öyle bir karakter değilseniz? O zaman, kendinize bir persona yaratmak zorundasınız.
Jose Mourinho’nun futbol dünyasına girişi, orada büyümesi ve adını tarihe kazınması aslında tam da bu sayede oldu. O henüz Porto’da kupalar kazanmadan önce, futbol dünyasında hor görülen ve küçümsenen biriydi. Futbolcu geçmişi olmadığı Portekiz’de babasından torpilliydi, İspanya’da sıradan bir tercümandı. Çalışkanlığı, zekası ve rakiplerini yenmesi duvarları yıkmasına yetmeyecekti. O oyunu bozmalı, ‘bozguncu’ bir tarafını göstermeliydi. Kimsenin bulaşmak istemeyeceği, sınırı aşmaktan çekinmeyen o sevilmeyen adamı oynamalıydı.
ANSIZIN GELEN LAKAP
2004, Premier Lig’in henüz yabancı teknik direktörlere bu kadar açık olmadığı bir yıldı. Ancak Arsene Wenger gibi, İngiliz sosyetesinin üyelerine benzeyen centilmen-zarif bir Fransız barınabilirdi. Ya da Jean Tigana - Gianluca Vialli gibi namı büyük eski futbolcular. Mourinho ikisi de değildi.
Mourinho’nun imzası ve lakabı olan cümle de tam da bu yüzden İngiltere’deki o ilk gününde gelmişti: “Ben sıradan biri değilim, özel biriyim”
Çok değil, o günden birkaç ay sonra, Chelsea Premier Lig şampiyonluğunu kazandı. Artık manşetlerdeydi Mourinho. O günlerde, İngiltere futbolunun en özel isimlerinden biri olan Gary Lineker’e bir röportaj vermişti. O röportajın sonunda Lineker, meşhur basın toplantısını sordu. Ve aslında henüz 20 sene önce Mourinho elini açık etmişti!
“Ben özel biri değilim. O gün baskı altındaydım. Yeni gelmiştim ve beni baskı altına almıştınız. Oysa bir hafta önce Avrupa şampiyonuydum. Siz buna saygı göstermediniz. 50 tane zor ve sıkıcı zor gelmişti. “Bunun için hazır mısın”, “Bunu yapabilecek misin”…. Kendi kendime “Bu ne be” diye söylendim. Ardından “I’m Special One” dedim. Ve ne söylediğimi hala unutmadınız”
Aradan 20 sene geçti ve bu söz halen unutulmadı. Mourinho da zaten kendini hiçbir zaman unutturmadı. Bu tarzını İtalya’da da İspanya’da da devam ettirdi. Başarıları bu stratejiyle kazandı. Hatta belki de saha dışını yönetmenin önemini, tüm dünyaya gösteren kişiydi. Ve o bir personaydı. Teknik direktörlük yapmadığı, yorumculukla uğraştığı zamanlarda aslında kibar, sakin, sorunsuz biriydi. Teknik direktör gömleğini giydiğinde ise sertleşmesi gerekiyordu. ‘Sıradan tercüman’a vurmalarını engellemeli, hepinizi alt edecek gaddar komutana dönüşmeliydi.
O yüzden Lineker’e verdiği röportajda haksız olduğu bir nokta vardı: O gerçekten de özel biriydi.
İngiltere’de özeldi, İtalya’da özeldi, İspanya’da özeldi. Fakat oraları iyi bilen, yaşadığı yeri ve yarıştığı ligi hemen tanıyan biri. Yabancı değildi ama insanlar ona yabancıydı. Keşfedilmek zorunda olan oydu. Oyunu başka oynuyordu. Rakiplerinin dengesini bozuyordu. Meslektaşlarının ezberleriyle oynuyordu. Hakim düzeni içeriden değil, dışarıdan gelerek sallıyordu.
Sadece saha dışını değil, saha içini de farklı oynuyordu. Müthiş hücum baskısıyla rakiplerini senelerce boğan United ile topa sahip Arsenal’den otobüsüyle kupaları aldı. Inter’de, tarihin en iyi Barcelona’sını durdurdu. Aynısını Real Madrid’in kontraya çıkan takımıyla yaptı. O oyun oynamak istemiyordu. Oyun inşa etmek istemiyordu. O bozan taraftaydı. Ve bunu başarıyordu da. Ayrıca milyonlarca sevmeyeni olsa da, yine de akıl oyunlarıyla herkesin saygısını kazanıyordu. Onun basın toplantıları, oynattığı futboldan daha keyifliydi!
SONUNDA TÜRKİYE
Jose Mourinho Avrupa’yı ikiye bölerken aslında belki de en sevildiği ülkelerden biri Türkiye’ydi. Ya da en azından herkesin hemfikir olduğu bir nokta vardı: “Tam bu ligin hocası…”
Mourinho, muhakkak bir gün Süper Lig’e gelmeliydi. Buraya renk katardı, burada kendini daha özgür hissederdi ve herkes çok eğlenirdi.
O sene bu seneymiş. Fenerbahçe, Jose Mourinho’yu takımın başına getirdi. En azından resmi açıklama bu yöndeydi. Peki ama Mourinho’yu gören oldu mu?
Saha içinden bahsetmeyeceğim. Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi’nden elenmiş ve henüz eylül ayında, puan bareminin çok yüksek kalacağı belli olan ligde beş puan geriye düşmüş olabilir. Fakat unutmayın, karşınızdaki isim Jose Mourinho! O her an saha içine bir çözüm bulabilir. Onun zekası, Süper Lig seviyesinin üzerinde. Diplerden gelip kupalara uzanabilir. Zaten kariyeri bunu yaparak şekillendi. Kolay kolay pes edecek bir karakteri de yok.
İşin o kısmı ayrı ama saha dışı biraz farklı. Bu Mourinho, bizim 20 yıldır izlediğimiz Mourinho değil.
Oysa Fenerbahçe, Mourinho’ya senelik 10 milyon Euro maaş veriyorsa, bunun yüzde 70’i saha dışını yönetmesi içindi. Basın toplantıları içindi. Slogan cümleleri içindi. Rakibi, maçın üç gün öncesinden bozması içindi.
Barcelona’nın ilk 11’ini sayıp, kendi 11’ini yanlış verdiği basın toplantıların benzerini bekliyorduk mesela…
Gerçi Ali Koç ve Acun Ilıcalı’nın böyle düşünüp düşünmediklerini bilmiyorum ama sanki böyle düşünmeleri gerekiyordu. Dünyanın her kulübü “özel biri“ hakkında böyle düşünmeliydi. Kaldı ki geçen sezon 99 puan almış bir takıma, artı 3 puan daha kazandırmak için Mourinho’yu getirmenize gerek yoktu zaten. Onun etki alanı daha başka yerlerdi. Onun gücü, onun alameti farikası, onun sihiri başkaydı. Kırılma anlarını, yönetme becerisindeydi. Soruları kağıttan okuyarak cevaplayan, Süper Kupa maçının ardından rotasyon yapan, kaybedilen kritik puanın ardından ne dediği tam anlaşılmadan konuşan İsmail Kartal’dan farklılaşmalıydı.
Fakat geçen sürede halen bu duygunun çok uzağındayız. Hocanın geldiği ilk gün Kadıköy’de yaşanan coşkuyu pas geçiyorum. İlk idman, ilk kamp, ilk maç… Mourinho birçok defa basının önüne çıktı. Onlarca konuşma yaptı. Saha içinde görüntüler verdi. Bazı demeçleri o günlerde tartışıldı, konuşuldu ama kendisinden henüz imza bir söz duydunuz mu? Taraftarı coşturan “Bu formam benim derim” sözüm bile o idmanlardan önceydi. Mourinho, Türkiye’ye bir slogan bıraktı mı?
Açık konuşalım. Mourinho, geldiği ilk günden beri Galatasaray aleyhine konuşmalar yapıyor. Bu da gayet normal. Rahatsız olanlar, sinirlenen taraftarlar vardır. Zaten bu toplumda artık herkes sinirli. Fakat ben en azından, o konuşmaların kulüpten ve Florya’dan içeri sert bir şekilde girdiğini sanmıyorum. Mourinho duvarları kıramıyor, rakibi baskı altına alamıyor, dengeleri bozamıyor. Çünkü, onun en büyük silahı olan cümleleri, Türkiye için vurucu değil.
Meslea; ‘Bence Galatasaray’a karşı farklı bir bakış var. Bence öyle. Benim doğama aykırı bir şey. Bence kurallar herkes için aynıdır. Kim olursa olsun. Aynı şekilde davranmaları gerekiyor. Galatasaray’ın ligdeki maçlarına baktığım zaman bir fark var.’ açıklamasını örnek gösterelim.
Hiç Mourinho tarzı kokuyor mu? Bir kere altı dolu değil. Örnekler yok veya kısıtlı. Kırıcı değil, vurucu değil. Söylenmek için söylenmiş. Hazırlanılmış. Doğaçlama değil, yaratıcı değil. Yine de bunları Galatasaray için değil de Chelsea menajeri olarak Manchester United için söylese etkisi olabilirdi. Bu cümlelere alışık olmayan İngiltere’de şok etkisi yaratabilirdi. Oysa Türkiye’de alt liglerde bile rakipleri için bu cümleleri kullanan hocalar var. Galatasaray - Fenerbahçe rekabetinin son 50 yılı da bu tarz cümlelerle şekillendi.
Bundan altı ay sonra bu paragraf önümüze gelse, “Bu sözü kim söylemiş olabilir?“ diye sorsalar, önümüze Selahattin Baki, Mert Hakan Yandaş, Bedri Baykam ve Jose Mourinho şıkları gelse büyük ihtimalle cevap vermekte zorlanacağız. Bunu bir yönetici, bir taraftar, bir futbolcu da söylemiş olabilir. Hatta hafızayı zorlarsak, daha önce söyleyeni buluruz da...
İşte o yüzden Mourinho, buraya yeni bir şey katmıyor. O yüzden etkisi hissedilmiyor.
Çünkü; burası normal bir yer değil. Mourinho, normal mekanların özel insanı. Oraların aykırı çocuğu. Ortada bir düzen olamlı ki, kendisi o düzeni kırsın, bozsun, alaşağı etsin. Oysa Türkiye bir kaos ülkesi. Süper Lig bir kaos ligi. Zaten o yüzden yıllarca Mourinho ile Süper Lig birbirini yakın hissetti. Fakat tam da bu nedenle, Mourinho aynı taktikleri deneyerek burada “özel biri” olma şansını kaçırıyor. Buranın dinamikleri çok daha farklı.
Her ne kadar Mourinho’nun en düz açıklamarından bile “Akıl oyunları başladı” diyen basın mensuplarımız olsa da, bu akıl oyunlarının Süper Lig’e yetmediği ortada.
Sadece rakipler için söz konusu değil. Kendi taraftarını da şaşırtıyor. Mesela derbiden bir hafta önce, “Benim için sıradan bir maç” demesini hiç beklemezdim. Tamam; derbiden önce rahat olduğunu göstermek isteyebilirdi. Fakat onun için, “Ben rahatım” diyebilirdi. “Zaten yeneceğiz” diyebilirdi. İddialı konuşabilirdi. Galatasaray’ı bozmaya çalışabilirdi. Fakat sıradan bir maç olarak görmesi (ve ardından maçı kaybetmesi) Fenerbahçeli taraftarları hayal kırıklığına uğrattı. Bu Mourinho değildi. Ya da belki de United-Arsenal hanedanlığını, muhteşem Barcelona mimarisini yıkmış Mou için Galatasaray çocuk oyuncağıydı. Belki de böyle hissetti.
Fakat en azından hata yaptığını fark etti. O yüzden USG maçı öncesindeki basın toplantısında daha farklı konuştu. “Anladım ki bu maç sıradan bir maç değildi” diyordu. Fakat görüntüsü de farklıydı. Kızgın, agresif, salonu dolduran biri gibi değildi. Adeta pişman gibiydi. İlk defa onu böyle gördük. Üzgün, sinirli, dengesiz olmuştu ama bu kadar pişman gözükmemişti. Peki neden? Nasıl oluyor da, bulunduğu yerin dinamiklerini anından çözen ve onlarla oynamayı en özelliği haline getiren bir satranç ustası, Galatasaray - Fenerbahçe maçının (özellikle Fenerbahçe camiası için) çok büyük anlama geldiğini ıskalar?
Daha kötüsü; nasıl oluyor da Mourinho, maaşının önemli bölümünü basın toplantıları için alan biri derbi yenilgisi sonrası basın toplantısına katılmıyor. Kendisi bekletildiğini iddia ediyor. Bir saygısızlık olduğunu savunuyor. Haklı olabilir belki. Konu o değil. Bizim tanıdığımız Mourinho öyle bir durumda, basın mensuplarını stadyumun dışına toplar, rakip teknik direktör konuşurken onu yarı boş odada bırakıp dışarda şovunu yapardı. Ya da benim bile aklıma gelmeyecek başka bir ‘hinlik’…
Fakat Mourinho, elinde çamaşır torbasıyla stadyum dışına çıkarken, ona, belki de tek soru sorma hakkını yakalayan bir muhabir, kanalının adını White Channel şeklinde çevirerek Galatasaray’ın paylaşamını soruyordu.
Mourinho, nerede olduğunu anlamaya ve şaşırmaya devam ediyor. Şaşırdıkça da en iyi bildiği işi yapamıyor.
RENGİ BAŞKA TADI BAŞKA
Mourinho’nun istediği burası mıydı bilinmez ama geldiği memleket, öncekiler gibi değil. Denizi de havası da ayrıdır…
Türkiye’de uzun süredir yabancı teknik direktörler başarılı olamıyor. Yeterli zaman verilmediği kuşkusuz ama çoğunun da buradaki akışa adapte olmadığını kabul etmek gerekir. Daum, Lucescu, Feldkamp, Derwall, Zico gibi isimlerin tek bir ortak noktası var. Onlar buraya kibirle (diğerleri için kibirli demiyorum) rahatlıkla veya başarılarıyla gelmedi. Geçmişlerini ülkelerinde bıraktılar. Sıfırdan başladılar. Önce burayı analiz ettiler, ardından hızlıca adapte oldular ve sonunda buranın gerçeklerini en iyi şekilde uyguladılar.
Aslında Mourinho’nun adaptasyon yeteneğini tartışacak değiliz. Fakat o yeteneği göstermek için, onu göstermeyi istemeniz gerekir. Her cümlenizin olay olacağını, her hareketinizin yankı bulacağını düşünüyorsanız yanılırsınız. “Gittiğim her yeri zaten hemen etkilerim” derseniz, planınız Türkiye’de suya düşebilir.
Türkiye’de teknik direktörler zaten saha dışını yöneterek liderlik gücünü elde ediyor. Tabiri caizse antrenör lisansı; toplumu, taraftarı, medyayı yönetebilene, rakibi baskı altına alabilene veriliyor. O yüzden 99 puan alan İsmail Kartal yetersiz hissediliyor. O yüzden yerli teknik direktörler, Dünya Kupası kazanmış hocaları evlerine gönderiyor.
Oyuna kafayı takmış Arsene Wenger’i, sistem inşa eden genç Pep’i, hayatında kavga ederken görülmeyen Tito Vilanova’ya baskı kurmak çok daha kolay olabilir. Fakat buradaki tüm hocalar ve kulüpler, bu baskılara zaten şerbetli. Buranın yöntemi daha farklı olmalı. Aynı taktikler, bambaşka coğrafyada işlemez.
Sadece geçen sezona bakalım. Bir Galatasaraylı veya Fenerbahçeli, sadece dokuz ay içinde birbirlerini terör örgütü olmakla suçladı, Süper Kupa maçı iki kere ertelendi, üçüncüsünde bir takım sahaya çıkmadı, bir kulüp ligden çekilmeyi gündemine aldı, bir takım deplasmanda rakip taraftarların saldırısına uğradı, hakemlerin online toplantısı sızdırıldı, sonra onun da tam sızdırılmadığı ortaya çıktı, ayrıca sahada yumruk yiyen bir hakem, sezon ortasında VAR’a getirilen yabancı hakemler vardı.
Bunlardan tek birini 20 yılda yaşamamış Mourinho, Okan Buruk’un sahaya girmesinden şikayet ederek mi rakibi baskı altına alıp gündem değiştirecek?
Üstelik Mourinho’nun son 10 yılda bir handikabı var. Bu handikap Türkiye’de daha da derinleşecek. 2000’lerin başındaki Jose, bilinmeyendi. Rakipleri ise biliniyordu. Yani o Sir’ü, Wenger’i, Benitez’i tanıyordu ama onlar Mourinho’yu tanımıyordu. Ne kadar ilerleyebileceğini, cüretinin sınırlarını, kafasını tahmin edemiyorlardı. Rakipler tahmin edilebilirdi ama Mourinho henüz tanımlanamayan bir cisimdi!
Türkiye’de ise herkes Mourinho’ya aşina. Hatta belki de ondan etkilenerek bu mesleğe başlayan rakipleri var. Mourinho ise rakiplerini belki de hiç tanımıyor. En yakından tanıdığı kişi Giovanni van Bronchorst’un bile hocalık meziyetlerine ve karakterine o kadar hakim olmayabilir.
Ve tabi ki dil. Portekizli hocanın basın toplantılarının çoğunu canlı izlemedim. Zaten birçok futbolsever de işinden gücünden dolayı canlı izleyememiştir. Saatler sonra, çeşitli mecralardan internetten veya TV kanallarından izledik. Hemen hepsi tercüman üzerinden veriliyor. Mourinho’nun cümlelerini pek duyamıyoruz. Onu biri seslendiriyor. Ve o ses hiç karizmatik değil. Yani işini düzgün yapan biri olabilir ama vurgular Jose’nin vurguları değil. Oysa Jose, sempatik aksanlı bir İngilizce, hemen öğrendiği bir İtalyanca ve ana diline çok benzeyen İspanyolca sayesinde insanlarla arasına kimseyi sokmamıştı. Onun mesajları her zaman direkt ulaştı. En sert ve en yalın haliyle…
Her şeye rağmen bu bir “Devin çöküşü” yazısı değil. Mourinho, her zaman Mourinho’dur ve Türkiye’ye geleli henüz 3.5 ay oldu. Burayı çözdüğü zaman, zaten tüm bu satırları taca çıkarır. Zaten o zaman bambaşka bir Mourinho görmeye başlarız. Yeter ki bunu istesin. Ama belki de buna enerjisi ve isteği kalmamıştır. İşte o yüzden bu yazı ince bir eleştiri yazısı.
Mourinho bir kez daha sert duvarlarla ve katı kurallarla oluşturulmuş bir yere giriyor. Kendisine bir kostüm biçmesi gerekiyor. Başka bir mahalleden gelse de, başka kıyafetler giyse başka bir geçmişe sahip olsa da onun tarzı burayla fazlasıyla örtüşüyor.
Sıkıntı da burada yatıyor. Mourinho’nun bir farkı kalmıyor. Kalabalıkta ve gürültüde kayboluyor. Mourinho bu sefer aynı oyunu, alışık olduğu şekilde oynuyor ama aynı sonucu alamıyor. Burası bildiği, bozduğu, altüst ettiği o düzgün yerlere benzemiyor.
Mourinho özel biriyse, Türkiye de özel bir yer. Özel birilerini söndürmeyi her zaman başarmış özel bir yer…