La Vuelta #2 - Sevilla
2023’e kadar Türkiye dışında çok fazla memleket gezdiğimi söyleyemem ama o yaşıma kadar gezdiklerim arasında gönlümün lideri Belgrad'dı.
Bir şehri sevmek için önce orada yaşamak gerek, bunu biliyorum. Esas test o şartlarda geçerlidir. Fakat kısa süreli turistik geziler de kritlerimiz bize yardımcı olabilir.
Benim birinci kriterim hayatın yumuşaklığıdır. Büyük şehirlerin çoğu bunu karşılayamaz. İkinci madde; sosyal hayattır. Bu da küçük şehirlerin dezavantajıdır. Üçüncü kriter bence esas belirleyici olandır. Kentin sahip olduğu doku ve başka yerlerde olmayan atmosferi…
Belgrad, bu anlamda tüm kriterlerimden yüksek not almıştı. Kendine has bir şehirdi. Tarihiyle, geçmişiyle, yaşantısıyla, rahatlığıyla, kültürüyle... Ve (savaştan çıkmasına rağmen) yumuşak hayatıyla…
Sevilla'da da aynı duyguları hissettim. Ve hatta belki de daha fazlasını... Haliyle Belgrad'ın kalbimdeki tahtını salladı.
RENKLERİN İÇİNDEN
Sevilla'nın renkleri var; çok fazla ve çok parlak renkleri… En çok da sarı ve yeşil ağırlıklı. Oysa burası yılın 9-10 ayında çöl sıcağını yaşayan ve biraz ilerisi Afrika olan kurak bir yer. Burada sarı olabilirdi ama yeşil hiç beklenmezdi. Demek ki Sevilla mucizeler şehriymiş. Bunu henüz ilk dakikalarda; bir yandan sıcağı hissedip yeşillerin altında yürüyünce anlıyorsunuz.
Fakat kentin en büyük mucizesi denize kıyısı olmaması. Maviyi hissediyorsunuz ama çok göremiyorsunuz. Nehir bile maviden çok yeşile çalıyor. Şehrin sokaklarında yürürken devamlı denize veya okyanusa çıkacağınızı zannediyorsunuz. Fakat bunun için bir saat uzaklıktaki Cadiz'e gitmeniz gerek. Denizi hissediyorsunuz, tuz kokusunu alıyorsunuz, şehrin tam ortasından geçen Guadalquivir'i görünce (tıpkı Belgrad gibi) nehri takip edip aktığı denize ilerlemek istiyorsunuz. Fakat olmuyor!
Sevilla’ya ekim ayının ortasında gitmiştik. Yaz sona eriyordu. Fakat kent yazlık bir belde gibiydi. Hava sıcak, insanlar rahat... Bu şehrin bir yerlerinde saklı denizi olmalıydı. Ama yoktu!
Diğer yandan bu özellik, aynı zamanda şehrin güzelliğini korumasının en büyük nedeni. Eğer Sevilla'da hoş plajlar olsaydı, belki de şu an popüler bir tatil adresine dönüşecek ve bambaşka bir kimliğe bürünecekti.
Zaten denizi olmayan Sevilla'da geçirdiğimiz dört gün boyunca bile çok fazla turist vardı. Gerçi ekim ayı Sevilla'ya gitmek için en ideal zaman olabilir. Yazın boğucu sıcağını sevmeyenler için senenin dört-beş ayı zorlayıcı olacaktır. Hatta yaz sıcağını sevenler bile o aylarda zorlanabilir. Sonbahar ve ilkbahar ideal zamanlar. Hatta şu anda, daha nisan gelmeden 25 dereceleri görmeye başladı bile…
Birçok Avrupalı turist de benzer düşünmüş. Özellikle de İskoçlar… Şehre geldiğimiz günün bir gün öncesinde İspanya - İskoçya maçı vardı. İskoçlar, bu maçı hafta sonu tatili ile birleştirmişler. Hemen her yerde ekose etekli şişman İskoçlar bira içip eğleniyordu. Fakat onların dışında da Almanlar, İtalyanlar, Doğu Avrupalılar da revaçtaydı. Tabi kulağımıza çalınan Türkçe kelimeler de oldu...
Konuyu futboldan açtık, futboldan devam edelim. Havalimanına indiğinizde sizi UEFA Avrupa Ligi'ni yedi kere kazanmış FC Sevilla'nın posterleri karşılıyor. Kapılarda, duvarlarda sürekli FC Sevilla fotoğraflarını görünce şehirdeki hakim gücün onlar olduğunu düşündüm. Zaten son yıllarda ezeli rakipleri Real Betis'ten daha başarılılardı. Şehrin liderliğini almış olabilirlerdi.
Fakat havalimanından çıkıp şehirde biraz yürüyünce işler değişti. Tabi şehrin yapısını bilmiyoruz, belki gezdiğimiz yerler 'kale' mahallelerdi ama yine de belirgin bir durum var. Şehirde üzerinde atkı ve forma gördüğüm herkesin ürünü yeşil-beyazdı. Dört gün boyunca sadece bir tane FC Sevilla formalı insan gördüm, onun da arkasında yeni transfer Sergio Ramos'un adı yazıyordu. Yani o formalı arkadaş, dünyaca ünlü efsanaevi stoperin hayranı bir turist de olabilirdi. Oysa Real Betis atkıları ve formaları, dedelerden ufak çocuklara, İspanyolca konuşan herkesin üzerindeydi.
FİLM SETİNDEN GERÇEK HAYATA
Sevilla'yı futbolla anlatamaya başlamak herhalde bize özgüdür. Yoksa bu şehrin çok başka özellikleri var.
Genel olarak birçok gezi programı/yazısı/videosunda size en çok şehrin tarihi eserleri ve gelenekselliği anlatılacaktır. Haksız da değiller. Fakat Sevilla'da zamanın durduğunu iddia edemeyiz. Burası Orta Çağ'ı yaşayan sembolik küçük turistik şehirlerden değil. Tarihi bölgeden birkaç adım ileri attığınızda şehir, klasik bir 21. yüzyıl kenti gibi kendi koşuşturmasını yaşıyor. İşe giden insanlar, arabalar, kornalar mevcut.
Fakat aynı zamanda, tüm bu yaşantının içinde diğer büyük Avrupa şehirleri gibi rutin ve sıradan değil. Kendine has bir yaşantısı, bir coşkusu var. Mesai saati sona erdikten sonra herkesin evlerine çekildiği ve ışıkların yavaş yavaş kapandığı bir yer değil.
Tabi ki tarihi yapıları listenin başında. Fakat onları anlatmaya kelimeler yetmez. "Sevilla, bir film seti gibi" demek mümkün ama zaten bu abartılı cümle değil. Sevilla'nın bir sürü tarihi yapısı, popüler filmlere kapılarını açmış. Star Wars, Lawrance of Arabia, Game of Thrones gibi birçok film, buradaki Plaza de Espana, Alcazar ve Sevilla Katedrali gibi mekanları set olarak kullanmış.
Bu yapıların çoğunun toplandığı yer, tam bir Orta Çağ mahallesi gibi. Dar sokaklar, taşlı caddeler... Kiliselerin çanları çalıyor. Araba yok. Bazı sokaklar karanlık. Gece yürürken de, gündüz dinlenirken de sanki bir keşiş veya şövalye karşınıza çıkacakmış gibi…
Çok normal... Sevilla, eski Avrupa'nın en önemli merkezlerinden biri. Roma, Napoli, Floransa neyse Sevilla'da o.... Hatta belki de o listeye şu anki İspanya topraklarından girebilecek ilk şehir. Avrupa kültürü değişmeye başlayıp rönesansa adım attığında Sevilla da önemli merkezlerden biriydi. Haliyle bir öncü sıfatı var. Şu an İspanya'nın siyasi başkenti olmasa da, kültürünün başkenti olduğunu iddia edebilir ve bunda hiç haksız çıkmaz...
Zaten Endülüs coğrafyasının başkenti. Endülüs denilince de insanların aklına önce Arap kültürü geliyor. Hatta bu yüzden Sevilla ve çevresinin İspanya kültüründen ayrıldığını düşünenler çıkabilir. Fakat tam tersi...
İspanya kültürüne dair bildiğiniz, aklınıza gelen ne varsa ya buradan çıkmıştır ya da burada büyümüştür. İspanyol edebiyatının yazarları bu şehirde beslenmiş, anonim edebiyatının ağırlığı buradan çıkmış. Flamenkonun merkezi burası, klasik gitarlar her sokakta... İspanyol mutfağı burada şekillenmiş. Tabi ki İspanya’nın en meşhur ürünü paella, Valencia bölgesine ait; ama zeytinlerin en iyisi burada, etin en iyisi burada, narenciye zaten burada... Gazpacho buranın ürünü (adı da Arapça'dan geliyor), tinto de verano buradan çıkmış... Ve tabi ki boğa güreşi…
Aslında boğa güreşleri benim için biraz çetrefilli bir konu. Bu yaşıma kadar boğa güreşlerine karşıydım. Halen de içime sinmiyor. Bu nedenle Sevilla'ya giderken boğa güreşi izlemek gibi bir hevesim yoktu. Fakat bir gün şehirde gezerken, bir arenanın önünden geçtik. Muhteşem Maestranza...
Dışarıdan küçük bir saray mı yoksa arena olduğunu anlamak mümkün değil. Özenerek inşa edilmiş bir başka Sevilla yapısı...
Tesadüf; o gün boğa güreşi sezonunun son günüymüş. En iyi matadorlar ve en güçlü boğalar arenaya çıkacakmış. Tabi öyle bir günde bilet bulmak mümkün olamazdı. Günler öncesinden kapalı gişe olmuş. Biz de zaten öncesinde hiç dertlenmemiş, bilet aramak bile aklımızdan geçmemişti. Böyle bir etkinlik olduğunu bile bilmiyorduk, bilsek de bir şey değişmezdi.
Fakat önce arenanın kendisi, sonra arenanın dışındaki kalabalık (Şehrin zenginleri, gençleri, kalantorları, çocukları, esnafı, büyük ihtimalle siyasileri, ünlüleri en şık elbiseleriyle, bazıları yerel kıyafetleriyle arenanın önünde), en sonunda da arenanın açık kapısından gördüğüm tribünler o kadar etkiledi ki…
Eski futbol stadyumlarını anımsatan (oval), dışarıdan tarihi eseri andıran (zaten öyle) yapının içinde insanlar çıt çıkarmıyor. Buna rağmen arenanın tam ortasına ve yapının dışına kadar ulaşan muazzam bir gerginlik ve heyecan...
Böylesine büyük bir kalabalığın aynı zamanda ihtişamlı bir sessizliğe bürünmesini her zaman göremezsiniz. Tabi ki fikirlerimiz değişmedi. Boğa güreşi normal karşılanacak bir olgu değil. Fakat sosyolog damarımız kabardı o anda. Bir toplum, yüzyıllardır burada kendi geleneğini ve ritüelini aynı heves ve coşkuyla yaşatıyor. Onlar için sıradan bir spor müsabakası değil. Daha çok dini bir tören veya bir geleneğin devamına duyulan sorumluluk gibi. Bunu yakından gözlemlemek benim için iyi bir deneyim olabilirdi.
Zaten Sevilla’nın sınıfı geçmesini sağlayan o ‘doku’ ve ‘atmosfer’ tam olarak buydu. Tarihi binaların korunmasına ve ilk günkü ihtişamlarıyla karşımızda durmasına şaşırmıyoruz. İyi bir belediyecilikle, kurum ve kuruluşların ilgisiyle, halkın dikkatiyle bunu hemen her şehirde başarabilirsiniz. Esas şaşırdığımız ve şehre anlam katan; o kadar eski bir tarihi olan ve devamlı büyüyen bir şehrin, zamana adapte olurken referanslarını ve geleneklerini kaybetmemesiydi.
Tabii ki dar sokaklı tarihi bölgeden çıkınca artık dar sokaklar yok. Bir noktadan sonra, 21. yüzyılın kent ezberine uygun geniş ana caddeler, geniş kaldırımlar, bisiklet yolları, parklar görüyorsunuz. Fakat diğer yandan mesela eski binaların oluşturduğu silueti bozacak bir yapıya da izin vermiyorlar. Yüksek binalar yok. Gökdelen yok.
Hatta bu konuda ilginç bir tartışma da yaşanmış yakın zamanda. Sevilla kentinin yazılı olmayan bir kuralına göre, yüksekliği 104 metre olan Giralda'dan daha yüksek bir yapının inşasına uzu yıllar izin verilmemiş. Fakat 2015'te yapılan 180 metre yüksekliğindeki Torre Sevilla bunun istisnası olmuş. Büyük tartışmalar yaşanmış. UNESCO bile bu projeye karşı çıkmış ama engel olamamış.
Gerçekten de şehrin hemen her yerinden gözüken bu kule, havayı biraz bozuyor. Argoda sık kullandığımız deyimin hakkını veren yapılardan. Diğer rağmen bir istisna olduğunu ve kafanızı çevirdiğinizde benzerini görmediğinizi düşününce, dünyanın başka yerlerinde (mesela İstanbul'da) daha kötü örnekler olduğunu hatırlayınca, bu istisnayı bir nazar boncuğu olarak not etmek mümkün oluyor.
Yazının girişinde bahsettiğimiz renkler binalarda da öne çıkıyor. Sarı ve yeşil, sadece doğadan hediye değil. Yapılar da buna uygun olarak tasarlanmış. Standart evler bile, şehrin dokusuna uygun olarak yapılmış veya ona göre rengini almış.
Beyaz Ege evleri de var. Size denizi hatırlatacak bir başka bir unsur.
Öte yandan çok fazla kültüre ev sahipliği yaptığı için; hangi binanın kimden kaldığını anlamak da kolay değil. Kubbeli birçok eski bina görmek mümkün. Bu da bize Arap izlerini hatırlatıyor. Fakat binayı araştırıp tarihine baktığımızda, çok daha yeni olduğunu görüyoruz. Bu da Arap mimarisinden etkilendiklerini veya şehrin hafızasını silmek istemediklerinin bir kanıtı.
Tabi Katoliklerin, Arap izlerini silmek için yaptıkları yapılar da var. Yukarıda bahsettiğimiz Sevilla Katedrali, bunun zirvelerinden. Sevilla, 1400'ün başında Araplar'dan Katolikler'e geçince, halk büyük bir maddi güç ortaya koyarak, camilerle dolu kentte dev bir dini yapı inşa etmek istemiş. Hatta "Öyle bir iş yapalım ki, yıllar sonra bunu gören insanlar bizim deli olduğumuzu düşünsün" demişler. Ve başarmışlar. Bir delilik sonucunda şaheser çıkmış ortaya....
Dünyanın en büyük üçüncü katedrali. İçinde de istilacı Kolomb'un mezarı bulunuyor. Zaten Kolomb (İspanyolcası Christobal Colon) ailesi, devamında Sevilla kentine kök salmış.
Yine de yapılan onca katedrale rağmen doğu kültürünü şehirden tamamen silmek çok fazla mümkün olmamış. Hem şehrin geçmişi hem de Afrika'ya yakınlığı bunu zorunlu kılıyor. Nargile içerken LaLiga konuşan İspanyolları görünce tablo daha net hale geliyor.
Öte yandan katedrali ziyaret etmek nispeten kolay. Gün içinde biraz sıra bekleyerek içeri girebiliyorsunuz. İçeride bir vaftiz törenine denk gelmek de benim açımdan ilginç bir deneyimdi. Fakat Alcazar Sarayı için benzer şansınız olmayabilir. Biletler birkaç gün öncesinden tükeniyor. Eğer Sevilla'yı ziyaret edeceksiniz ve Alcazar Sarayı planlarınız arasındaysa, işinizi son güne bırakmayın.
UFAK TEFEK ŞOKLAR
Sevilla ziyaretim, İspanya'da yaşamaya başlamamın üçüncü haftasına denk geliyordu. Henüz ülkede yeniydim. O zamanlar birçok şey bana değişik geliyordu. Şimdilerde alıştığım için artık çok fazla önemsemediğim şeylerin bir kısmını o günlerde Sevilla’da deneyimledim... İşte onlardan biri:
Havalimanından şehir merkezine götüren otobüsteyiz. Otobüste bir ekran var. Ekranda şehirdeki güncel olaylar, haberler ve popüler kültüre dair içerikler dönüyor. İstanbul'daki toplu ulaşım araçlarından bilirsiniz. İşte orada, ara ara ünlü insanların kısa biyografileri çıkıyordu. Rafael Nadal, Rosalia, tanımadığım birkaç İspanyol'dan sonra Kerem Bürsin...
Alakayı o anda sorguladım ama sonradan, özellikle eve televizyon bağladıktan sonra anladım ki Türk dizileri ve dizi oyuncuları burada zaten çok popüler. Hiç şaşırtıcı değilmiş!
Sevilla renkli bir şehir ama aynı zamanda kokulu. Bu kadar sıcak bir kentin, bu kadar güzel kokması bir başka ilginç özelliği. Yasemin kokuyor, portakal kokuyor, bilmediğimiz birçok şey kokuyor. Tabi ki tarihi kısımda kullanılan faytonların bıraktığı dışkılar da başka bir koku veriyor. Fakat rahatsız etmiyor. Bu faytonların da neden Adalar'da rahatsızlık yarattığını ama Sevilla'da ve New York'ta rahatsızlık yaratmadığını anlamadım ama olsun. Bu başka bir tartışma konusu.
Adettendir birkaç tane de mekan önerisi yapalım. Birincisi El Beso. İspanya'da yediğim en iyi kırmızı etlerden biri buradaydı. Hayatımdaki ilk tinto veranoyu da burada içtim.
Bir diğer restoran ise Corral del Agua... Çok güzel bir bahçesi var. Burada da ilk defa paella yedim. Paella pek bana göre değil. Aslında kötü de sayılmaz. Bizim bildiğimiz pilav işte. Sadece içinde ekstra malzemeler (deniz ürünü, et, tavuk vs) var. Ben yemekleri karıştırmayı sevmediğim için, çok hayran kalmadım. Tadı da ayrı bir şey değildi. Ayrıca Corral del Agua’da ilk kez gazpacho içtim. Gazpacho, İspanyolların soğuk çorbası. Oysa tadı bizi kebapçılarımızdaki acılı ezmeye benziyor. Tam özlediğim tat… Yaz gelse de içsek…
Bu iki mekan da eski şehir tarafında, birbirlerine çok yakın yerler. Turistik bir noktada olmalarına rağmen fiyatları uygun. İşte bir şok unsuru daha! Tabi ki ucuz diyemeyiz, herhalde kentte daha uygunları vardır ama İstanbul'daki herhangi bir muadilinin yanında (mesela tarihi yarımadada yer alan güzel bir restoran) hem porsiyonu hem fiyatıyla çok iyi bir performans çıkıyor ortaya. Lezzet de cabası...
BİTMEYEN KENT
Yazımı tekrar tekrar okuyorum. Eksik bir nokta kalmasın istiyorum ama her geri dönüşte aklıma yeni bir husus geliyor. Kesinlikle eksik kalıyor. Sevilla gezisi de aynı böyleydi. İnsan, bir şeyleri eksik bıraktığını düşünüyor.
Sevilla'yı anlatmak kolay değil. Yaşamak lazım. Oysa ilginçtir bu güzel şehirde sadece 1 milyon insan yaşıyor. Belki de güzelliği buradadır. Az insan... "Denizi olmayan yerde yaşayamam" demişler ve burayı sanki denizi varmış gibi güzelleştirmişler.
Hiçbir sokak denizlere çıkmıyor ama tüm sokakları denizi yaşıyor...
Peki Sevilla mı Belgrad mı? Bu sorunun cevabı yok. Umarım ikisini bir daha kıyaslama imkanım olur.