La Vuelta #3 - Cadiz
Sevilla'da geçirdiğimiz günlerde içimize işleyen "Buralarda bir yerde deniz olmalı" ve "bu havada suya girmeliyiz" dürtüsü bizi günü birlik bir ziyaretle Cadiz'e götürdü. Cadiz'e, Sevilla'dan 150 km uzakta olmasına rağmen, bir saatlik tren yolculuğu ile ulaşmak mümkün. O nedenle Sevilla’da uzun günler geçirecek kişilerin bir gününü Cadiz’e ayırması hiç zor olmaz.
Zaten biz de Cadiz'de çok fazla zaman geçirmedik. O nedenle hakkaniyetli bir değerlendirme yapamayacağımı itiraf ediyorum. En basitinden, şehrin akşamlarını göremedik. Gerçi akşama kalsaydık bile mevsim artık yaz olmadığı için (ekim ayı), o popüler (bol müzikli ve hareketli) Cadiz akşamlarını yine hakkıyla değerlendirmeyecektik.
Fakat yine de yazdan yeni çıkmış yorgun Cadiz'in kendisi, sanki isminin popülerliği kadar doyurucu değildi. Çok sakin, çok ufak; bir şehirden öte bir kasaba gibi duran, oldukça sessiz bir kent. Okyanus kenarında, Atlantik ile Akdeniz'in bağlandığı noktada, hemen arkasında Cebelitarık'ı bulunduran güzel bir yer ama adeta bir noktadan ibaret.
Ekim ayını yaşaması, sessizliği ve tenhalığı etkilemiş olabilir ama normalde de 110 bin insan yaşıyor zaten. Şehirde ise üç grup insan ağırlıktaydı. Emekliliğin tadını çıkaran yaşlılar, henüz derslere başlamamış üniversiteliler (veya çalışma hayatına girmemiş gençler) ve çok sayıda Alman turist... Zaten sonuncu grubu, ilk gruba dahil etmek de mümkün...
Cadiz İstasyonu'nda bizi dev bir Cadiz FC posteri karşıladı. Posterin üzerinde "Somos, sin duda, mejor equipo del mundo" yani "Şüphesiz ki dünyanın en iyi futbol takımıyız" yazıyordu. Bu cümleyi okuduktan yedi ay sonra LaLiga'ya veda ettiler. Ayrıca bu ufak şehrin takımının da şehre çok nüfuz edemediğini hissettik. Belki de yanılıyorum ama birçok şehirde olanın aksine, bayraklar, formalı insanlar, store mağazası gibi önemli detaylar eksikti. O ilk karşılaşmadaki posteri görmesek, bu şehirde bir LaLiga takımının yer aldığını düşünmezdik bile.
Cadiz'de geçirdiğimiz kısa zamanın büyük kısmı plajlara ayrılmıştı. İnternetten yaptığımız araştırmayla öne çıkan iki plaj olduğunu gördük. Bir tanesi çok daha iyi yorumlara sahip olan La Caleta'ydı ama biz diğerini, yani Playa Santa Maria'yı tercih ettik. Bunun da nedeni yakınında bir Carrefour olmasıydı!
İyi ki de öyle yapmışız. Hayatımda en rahat ettiğim, en çok keyif aldığım plajlardan birindeydim. Zaten İspanya bu konuda ziyadesiyle seçenek sunuyor. Türkiye'den gelen biri için oldukça şaşırtıcı. Şehrin içinde, parasız girilen, geniş, temiz, kaliteli plajlarla karşılaşmayı aklım hâlâ almıyor. Tabi bunlar benim hayallerimdeki plajlar olsa da, özellikle belli bir yaşın altında olan Türklerin hoşlanmayacağı yerler. Zira buralarda, şenzlong yok, müzik yok, cafe-restaurant yok (Carrefour detayı o yüzden önemliydi). Halka açık olduğu kadar, işletmelere de kapalı. Hizmet sektöründen uzak kalınca rahatsız kalacağını tahmin ettiğim yüzlerce arkadaşımın, bu geniş, ıssız ve şahane plajlarda sıkılacağını sanıyorum.
Playa Santa Maria'nın kumları bile bir başkaydı. İnsan ayağının altında yumuşacık ama içine çekmeyen bir tabaka hissediyor. Ayda yürümek gibi bir şey mi acaba?! Çim gibi ama değil, kum gibi ama sanki o da değil.
Okyanusun suyu, tuzu ve dalgası da şahaneydi. Bu arada suyun ve havanın ekim ayına rağmen sıcak olduğunu (en azından Türkiye'nin güneyine göre) eklemek lazım. Bu, benim çok hoşuma gitse de herkesin seveceği bir özellik değil.
Fakat bu plajın kötü bir özelliği vardı. Martılar! İnsanların çantalarına ve yiyeceklerine sulanan bu ekibe karşı önlem almak kolay değil. Suya girerken eşyaları bırakmak veya güneşin altında biraz olsun gözleri kapatarak uzanmak büyük bir risk. Biz de bu nedenden dolayı rahat edemedik ve bir süre sonra diğer plaja gitmeye karar verdik. Fakat anladık ki; martı Cadiz'in genel problemiymiş.
La Caleta daha ünlü ve daha popülerdi ama neden bu özelliklere sahip olduğunu anlamadım. Diğerinden daha ufak olduğu gibi, suyu da kötüydü. Marmara gibi; bir iç deniz havası veriyordu. Suyu o kadar berrak değildi. Tek ilginç özelliği, plajı tam ortasında yer alan ve James Bond filmi Die Another Day’e ev sahipliği yapan (ama filmde Havana olarak geçen) Balneairo de la Palma'ydı. O da bizi tutmaya yetmezdi.
Haliyle, arası 20 dakika olan iki plaj arasını bir daha yürüdük ve eski plajımıza geri döndük. Zaten martı her yerde vardı; o zaman iyi olanı tercih edebilirdik.
Sadece plajlarda zaman geçirsek de iki plaj arasında ve tren garına giden yolda şehri özümsemek mümkün. Burası ufak bir şehir dedik ama tarihi eser açısından zengin. Kısa bir yürüme mesafesinde birçok güzel yapıya denk gelmeniz mümkün. Birçok kültüre ev sahipliği yaptığı için hemen her yerde Arap mimarisine veya Çingene kültürüne dair izler rastlamak mümkün. Zaten şehri adı da Arapça'dan gelmekte...
Santa Maria Katedrali en popüler yapılardan. Fakat Sevilla'dan sonra Cadiz'in katedrali biraz sönük kaldı. Önünden geçerken çok fazla heyecanlanamadık. Fakat plajdan bakınca, özellikle sarı kubbeli çatısı çok hoşuma gitti. The Fall filminde muhakkak bir rolü olmalıydı! Katderal dışında ayıca her adım başında kaleler, surlar, kemerler görmek de mümkün.
Siyasi olarak da biraz hareketli gibi duruyor ama bu fikri sağlam temellere dayandıramıyorum. Bunun için iki gerekçem var. Birincisi duvar yazıları. Hemen her duvarda, bir siyasi slogan görmek mümkün. Bunlar hem aşırı soldan çıkan hem de faşist sloganlar. Ayrıca şehirdeki günümüzde, çok kalabalık olmasa da (Cadiz için normal), Filistin'e destek gösterisi vardı. Mesela Sevilla'da bunu görmemiştik. 7 Ekim olaylarından bir hafta sonrasından bahsettiğimi ekleyelim.
Cadiz'de tek bir yerde yemek yedik. Alomar isimli mekan, İspanya'nın genelinden ayrılan iki özelliği ile dikkat çekiyor. Birincisi, onu tercih etme sebebimizdi. Saat 20.00'den önce açık olan nadir restoranlardan biri. Tren saatimizi de düşünerek, fazla riske girmeden hemen bir masaya kurulduk. Şans yardım etmiş; zira çok lezzetliydi. Tercihi biz yapmadık belki ama kader bizi kaliteli bir yere düşürmüş. Öte yandan bir diğer özelliği de; hamburgerciler dışında (ki onların da tamamı değil) ilk defa (ve şu ana kadar tek), bir İspanyol restoranında ıslak mendil verildi! Keşke trene yetişme stresimiz olmasaydı da, burada daha uzun zaman geçirseydik.
Sadece restoranda değil, Cadiz'de de az zaman geçirdik. Yaklaşık 8-9 saat kaldık. Bir daha gelir miyiz? Yolumuz düşerse daha uzun gezeriz belki ama yolumuzu düşürmek için ekstra bir çaba sarf etmeyiz. Sanki Cadiz'de ideal tatil süresi 2-3 gün olur gibi. Fazlası sıkar. Daha fazla sürecek 'yaz' tatilleri için, daha zengin imkanları olan yerler vardır diye tahmin ediyorum. Fakat belki de yazın bambaşkadır; zira o kumaşı da var.